7 Ağustos 2014 Perşembe

DEFTERİMDEN İLGİNÇ TARİH NOTLARI - 10



                            Leonardo  da  Vinci’nin  mektubu
Haliç üzerinde köprü olmadığı zamanlarda kıyılar arasında ulaşım kayıklar yardımıyla sağlanırdı..İlk olarak II.Beyazıt zamanında Haliç üzerinde yolcu ve eşya taşınmasına yarayacak bir köprü  inşa edilmesi düşünüldü. Rönesans’ın ünlü sanatkarı Leonardo da Vinci bu istekten haberdar olunca Haliç köprüsünü yapmak  için bir mektupla müracaat eder. Tercümesi Topkapı Sarayı arşivinde bulunan bu yazıtta  Leonardo da Vinci kendine ait olan  çeşitli icatlardan bahseder. Avrupa’nın kendisine hak ettiği parayı vermediğini anlatarak yazısına şöyle devam eder. ‘ Galata’dan İstanbul’a bir köprü yaptırmak istediğinizi duydum.Ben bu işten anlayan birisi olarak bu göreve talibim.Düşüncem altından gemilerin seyrine  elverişli olan yüksek bir köprü kurmak.İnsanların rahat yürümesi  içinde kenarlarına tahta parmaklık yapmak  istiyorum.Eğer arzu ederseniz bu köprü açılıp kapanan tarzda da olabilir. Ayrıca akıntı nedeniyle kenarlarının aşınmaması içinde özel bir çare düşündüm. İnşallah Sultan Hazretleri bu aciz kulunu  hizmetlerinde görmeyi arzular ve cevap verme lütfunu esirgemez ‘ diyerek mektubunu bitirir. Paris’te bulunan ‘Enstitüt de France ‘ kütüphanesinde bulunan   Leonardo da Vinci’nin çizdiği  bir  köprü   projesinin  Galata ile İstanbul arasında yapmayı düşündüğü  köprüye ait olduğu sanılmaktadır.

                                           Diş  kirası  
  Sultan Abdülaziz  devrinde  ramazan  ayında bir adet gelişmişti. Buna göre  iftara  gelen misafir giderken ev sahibi tarafından mutlaka bir hediye verilirdi. Bunun  mücevher  gibi  pahallı olması daima  itibar sağlardı. Hediye verilmediği taktirde gelen  misafirden hoşnut kalınmadığı anlamı çıktığından herkes buna  çok dikkat ederdi. Bu  ikrama ise o devirlerde   ‘ diş kirası ‘ denirdi.                        

                                     Donanma   Personeli
Osmanlı Bahriyesinde görevli deniz askerleri  Levent’ler, Kürekçi ve Ayakçılar,Kalyoncular,Gabyarlar ve Sanatkarlardan oluşurdu.                    Leventler  : Donanmada savaşan askerlere verilen isimdi.Venediklilerin doğu halkından olan  askerler için kullandığı ve  İtalyanca doğulu  anlamına gelen ‘Levantine’ kelimesinden dilimize geçmiştir. Devletten maaş alırlardı.   
Kürekçiler : Gemilerin kürekle yol aldığı zamanlarda Osmanlı Donanmasında iki çeşit kürekçi bulunurdu. Bunlardan   savaş esirlerinden oluşanlara  ‘forsa’ denilirdi. Forsaların kaçmalarına engel olmak için  ayaklarından zincirle bağlanırlardı .İkinci grup ise suç işlediği için kürek cezasına çarptıranlar kişilerdi. Bunlara da ‘payzen’ denilirdi.Gene de ihtiyaç karşılanmazsa halktan ücret karşılığı kürekçiler toplanırdı.                                                                                                   Aylakçılar  : İşsiz güçsüz anlamına gelen aylakçılar,sürekli ve kadrolu olarak çalışan kişiler değillerdi. Donanma sefere çıkacağı zamanlarda toplanır ve donanmanın  görevi bitene kadar çalışırlar karşılığında da ücret alırlardı.          Kalyoncular :  Bunlarda sürekli  personelden değillerdi. Gemiler denize açılacağı zaman ihtiyaca göre işe alınırlar  , sefer dönüşü ise evlerine yollanırlardı. Gemilerde çeşitli işlerde çalışmalarına karşın disiplinsiz davranışları nedeniyle pek sevilmeyen bir gruptu.                                       Gabyarlar : Yelkenli gemilerde yelkenlerin bakımını yapan ve yelkenleri açıp , kapamakla görevli olan usta denizcilere verilen isimdir.              Sanatkarlar : Bunlar gemilerde çeşitli işleri gören meslek sahipleriydi. Demirciler, marangozlar, halatçılar  bu gruptan sayılırdı.

                                   Kabuksuz  yumurta
Sultan Abdülaziz  donanmaya ve askeri harcamalara ağırlık verilmesini istemektedir. Devrin  sadrazamı   Mehmet  Emin  Paşa ise askeri harcamalardan ziyade mali konularla ilgilenilmesini arzu etmekteydi. Bu  görüşünü dile getirmek için  padişahın yanındayken şu benzetmeyi yapar      ‘ Devletimiz bu gün için kabuksuz bir yumurta gibi. Bir tarafına bir diken dokunacak olursa akıp gidecek. Evvela mali işlerimizi yoluna koyalım.Askeri konulara ondan sonra başlayalım ‘ der. Bu yakıştırmasını çirkin ve gereksiz bulan padişah onu  görevinden alır.

                                         Redhouse 
Günümüzde bile en iyisi olarak bilinen İngilizce Türkçe ve Türkçe İngilizce sözlüklerini hazırlayan James Redhouse 1811 senesinde  Londra’da doğdu. Genç yaşlarda İstanbul’a  yerleşti. Osmanlı devleti tarafından kendisine teklif edilen memuriyeti kabul edip bir çok devlet görevlerinde bulundu. Tercümanlık başta olmak üzere dış işlerinde de pek çok konumda görev yaparak batı ülkelerine Osmanlıyı olumlu olarak tanıtmaya çalıştı. Bu konuda ciddi ve faydalı hizmetleri vardır. 1843 senesinde İran’la yapılan anlaşmanın şartlarını  o düzenledi.1850 senesinde hazırladığı İngilizce Türkçe ve hemen arkasından yayınlanan Türkçe İngilizce sözlük büyük ilgi gördü. Bunu inceleyen padişah tarafından da özel ödüle layık görüldü. Bundan sonraki yaşamındaki 43 yılı bu sözlüklerin kapsamını genişletmeye çalışarak geçirip 1893 yılında İngiltere’de vefat etti .Ölümüne yakın çalışmasının Türkçe olan 12 cildini İstanbul’a yolladı. İngilizce olan 12 cildini ise British Museuma teslim etti.    

                        Sadrazamlığı eşine tercih eden paşa
Ahmet Tevfik  Paşa uzun süre elçilik yapıp dış işleri bakanlığında önemli görevlerde bulunmuş  bir kişiydi.  Son derece dürüst ve çalışkan  olduğu için padişah tarafından da sevilmekteydi. Sadrazamlık görevi verilmek istendiği halde eşi  Fransız olduğu için bu makama getirilemiyordu.  Padişah bir elçi aracılığıyla  Ahmet Tevfik Paşa’ya şu mesajı yolladı. ‘ sizi sadrazamlık derecesine yükseltmek istiyorum. Yalnız eşiniz  hristiyan olduğu için taktir edersiniz ki devlet  makamında bu hoş karşılanmaz. Ancak eşinizden boşanırsanız bu görev sizindir.’  Sadrazamlık görevinde bulunmayı  çok isteyen Tevfik Paşa derhal eşinden boşanıp  yeni görevine başlar.   

                                    Kadın dövmek serbestti  
  Avrupa’da orta çağda erkeklerin karılarını dövmesi yaygın bir adetti. Almanya’nın  Bavyera eyaletinde  ancak 1900 lü yılların başında çıkan bir kanunla erkeklerin  karılarını dövmeleri yasaklandı.Yine ortaçağ’da  Fransa ve Almanya’da karısını zina halinde yakalayan  erkek onu öldürürse suç sayılmadığından cezada almazdı. Halbuki  İÖ 2000  yıllarında yaşamış olan ünlü Babil hükümdarı  Hammurabi  kanunlarına  göre  zina  edenleri sadece devlet  cezalandırabilirdi.

                                  Korkulan   kelimeler    
Sultan Abdülhamit devrinde  yalnızca gazete ve mecmualar değil resmi dairelerin kendi aralarındaki yazışmalarda bile kullanılan evraklardaki kelimelere  bile dikkat edilmesi gerekiyordu. Zamanın resmi gazetesi olan Takvim-i  Vakayi’de kişisel bir hata sonucunda yanlış yazılan bir kelime  gazete müdürüyle çalışan memurların işine son verilmesine neden olmuştu. Bir yazışma sırasında geçen ‘Maksudiye’ sözcüğü kelime olarak Murat’ı dolaysısıyla  Sultan Murat’ı hatırlatabileceğini düşünen padişah  Sadrazam Kamil  Paşa’yı buna  dikkat etmediği  için  görevinden  alır.Padişaha göre                  ‘ mecnun’ kelimesi de   murat’a  yakın  olduğundan kullanılmamalıydı.  Ayrıca ‘Hürriyet’ ve ‘Vatan’ kelimeleriyle bu kavramları çağrıştıracak  sözcüklerde kesinlikle yasaktı. 

                                         Aşk   hastalığı
Ünlü Türk doktoru ve filozofu İbni Sina hastaların önce nabızlarına bakardı. Kendine özgü  geliştirdiği bir yöntem ile de pek hastalığın teşhisini sadece nabız ölçmekle koyardı. İbni  Sina’ya göre nabız’ın on yedi çeşit atışı vardı ve bunların  hepsi başka bir hastalığın bulgusuydu. Bir Arabistan seyahati sırasında bir emir’in oğlunun çok hasta olduğu söylerler. İbni Sina her zaman olduğu gibi hasta olarak bilinen genç çocuğun nabzını kontrol ederken,bir görevliyi çağırarak sarayın bölümlerini saymasını söyler. Hastanın nabzı bir bölümün adı geçince hızlanır. Buradan bir ip ucu elde eden doktor  bu bölümde yaşayan  kadınların adlarının sayılmasını ister. Bir kadının adı söylenince nabız tekrar hızlanmaktaydı..Durum böylece anlaşılır.Genç şehzadede ‘ Aşk hastalığı ‘ vardı. Tedavisi ise güzel cariye ile buluşmalarını sağlamaktı.

                                 Hediyenin   böylesi
Kaptanı Derya Barbaros Hayrettin Paşa bir sefer dönüşünde padişah Kanuni Sultan Süleyman’a  omuzlarında taşıdıkları birer top kumaş ile  iki bin esir,ellerinde gümüş tepsiler içerisinde biner akçe bulunan iki yüz esir ve ellerindeki altın tepsilerin içerisinde inci ve mercan kolyeler,altın kadehler gibi çok kıymetli eserler bulunan iki yüz cariye takdim etmişti.

                                   Kazıklı   Voyvoda  
Kazıklı Voyvoda denilen III.Wlad Tepes , 1456 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından  Eflak ( Günay Romanya ) Voyvodalığına  tayin edildi.Yoyvoda o tarihlerde Eflak ve Boğdan yöneticilerine verilen isimdi. Kazıklı Voyvoda ruh hastası olan bir caniydi. Yüzlerce beklide binlerce kişiyi öldürtmüştü.Yere çakılmış uçları sivri  tahta kazıkların üzerine yüksekten atılan kişiler  bu kazıklar üzerinde can çekişirken III. Wlad bunları seyretmekten büyük zevk alır, karşılarında yemek sofraları kurdurup içki içerdi. Eflak iç işlerinde bağımsız fakat dış işlerinde ve yönetiminde Osmanlı Devletine bağlı olan bir eyaletti. Bu şuursuz davranışları devletin dikkati çekince düzeltmesi yönünde ikaz edilince isyan etti. Kendisine bağlı birliklerle Osmanlı ordusu ile savaştı. Pek çok kişi bu savaşlar sırasında lüzumsuz yere öldü.Savaşta yenilen Kazıklı Voyvoda  çareyi kaçmakta buldu.1481 yılına kadar çeşitli yerlerde saklanarak sürdürdüğü yaşamı bu tarihte yakalanıp padişahın emri ile başı kesilince son buldu.
                                        Celladın  payı
Ortaçağ Avrupa’sında her on idam mahkumundan birisi cellat’a aitti. Eğer isterse para karşılığında onu serbest bırakabilirdi.Bu devirde asılarak ölüme mahkum edilmekte çok ağır bir ceza değildi.Çünkü bundan ağır olan işkence ile idam şeklide vardı. Bu uygulamada  mahkum  günlerce süren  ağır işkencelerden geçirilip sonrada  idam edilirdi.

                                   Bodrumlu   Herodot
Yunanlı tarihçi ve antik yazardır.Tarihin babası olarakta bilinir. İÖ 484 yılında Bodrumda  doğdu. Bu gün için dünyada bilinen ilk tarih kitabını yazan kişidir. İÖ 430 yılında yazdığı ‘Herodot Tarihi ‘ adlı eser toplam dokuz cilttir.Herodot aynı zamanda dünyanın pek çok ülkesini gezme olanağı bulduğu ve de burada gördüklerini de kitabına aktardığı için yazdığı eser aynı zamanda  bir coğrafya kitabı ve seyahatnamedir.Bu eserinde zaman zaman Yunanlılarla Persler arasında yapılan savaşları da anlatır. 
 
                             14 Mart  Tıbbiyenin  kuruluşu
Osmanlı Devletinde hekimler dışarıdan gelenler hariç tıp medreselerinde yetişirlerdi. Bunların ilki  Kanuni Sultan Süleyman tarafından hekim yetiştirmek üzere Süleymaniye teknik okuluna bağlı olarak açılan tıp okuludur. Ancak sağlam temeller üzerine kurulmayan bu okulda zaman içerisinde işlevliğini kaybederek çağın ihtiyaçlarına cevap veremez oldu. II.Mahmut  zamanında modern hekim ve cerrahlar yetiştirilmesine karar verilerek 14 Mart 1817 tarihinde Şehzadebaşında’ki  eski Tulumbacıbaşı konağında ilk tıp fakültesi açıldı. O tarihten beri 14 Mart Ülkemizde tıp bayramı olarak kutlanır.
                                     
                                       Uzun  boy  merakı
Prusya Kralı I.Frederik uzun boylu askerler toplamaya  çok meraklıydı. Henüz beşikte bulunduğu halde uzun boylu olacağını düşündüğü erkek çocuklarına birer kırmızı kordele bağlar ve iyi beslenmeleri için para yardımı yapardı. Daha sonraları uzun boylu erkeklerle uzun boylu bayanlar ile evlendirip daha uzun boylu bir nesil elde etmek için çalışmalar yaptıysa da bunda başarılı olamadı.

                                 Tuhaf  bir  gelir  kaynağı
Ortaçağda  Batı’da genel evler çok yaygındı.Bunlar  varlıklarını sürdürebilmek için ağır vergiler öderlerdi. Birçok psikoposların maaşları bile bu alınan vergiler sayesinde ödenmekteydi. Bu durum uzun yıllar boyunca hiç değişmeden devam etti.XVI.yy da papalığa yılda yirmi bin altın vergi ödeyen genelevler vardı. Buralara gençlerin devam etmesi üzerine  Almanya’daki  Ulm  belediye meclisinde alınan karar gereği 14 yaşından küçüklerin böyle yerlere girmesi yasaklanmıştı.

                                       Katmerli   ense
Yeniçeriliğin son zamanlarında  yeniçeriler arasında katmerli ense yaptırmak çok modaydı . Tabi bu moda ile birlikte  katmer  ustaları da  ortaya çıkmıştı. Bunlar genellikle Beyazıt semtinde Bakırcılar sokağında bulunurlardı. Katmer yaptırmak için başvuran yeniçerinin ilk başta saç ve sakalı sinekkaydı tıraş edilirdi. Daha sonra enselerini zeytinyağı ile ova ova şişirirlerdi.Bu işlem  yaklaşık  iki saat devam edince ense katmer katmer olurdu.

                                     İthal  mallar’ın zararları  
XIX. yy kadar  Osmanlı Devleti yurtta yapılan malların ithaline izin vermezdi. Fakat bu devirde düşünce değişerek isteyen istediği malı ithal eder duruma gelmişti. Buda yurt içerisinde  pek çok imalathanenin kapanmasına yol açar.Osmanlı Devleti yalnız İngiltere’den  1829 yılında 40000, 1830 yılında 90000,1831  yılında ise 105000 altın sterlin değerinde mal ithal etmişti.                 
                             Osmanlının    İlk  dış  borçlanması
Osmanlı Padişahları arasında devlet hazinesini son dolduran padişah III:Mustafa’dır ( 1757-1774). Bundan sonra  sürekli hale dönüşen savaşlar, devlete büyük bir yük getirir.Bu devirlerde yıllık giderleri karşılamak mümkün olamıyordu. Abdülmecid  döneminde   Ruslar’la yapılan Kırım savaşı hazineyi daha da zora sokar. Osmanlı Devleti bu savaşta müttefikleri olan İngiltere ve Fransa’dan borç para ister. Yapılan görüşmeler sonucunda %4 faiz ile  beş milyon İngiliz altını borç  alındı.Garanti olarak bir kısım devlet gelirleri  karşılık olarak gösterildi.Ancak bu çok kötü bir başlangıç olmuş,devlet gün geçtikçe daha ağır şartlar altında  borç almaya devam etmişti.   

                               Kızkulesi’nin  ilginç  hikayesi
Boğaziçinin başlangıcında göze çarpan Kızkulesi  kayalık bir adacığın üzerinde  inşa edilmişti. Esas olarak kimin ne için yaptırdığı bilinmemesine karşın yaygın olan efsane şöyledir. Bizans İmparatoru Konstantin çok sevdiği kızının bir yılan sokması sonucunda öleceğini bir falcıdan öğrenir. Falcılara ve büyücülere çok inanıldığı bu  devirde  falcının söylediği bu sözler Konstantin’in büyük bir telaşa ve korkuya kapılmasına neden oldu. Hiçbir yılanın ulaşamayacağı bir yerde kızı için güvenli  barınak yapılmasına karar verir. En uygun yerin o zamanlar kayalık olan bu adacık olduğuna düşünerek  bu günkü   bina yapılır. Prenses kendisine hizmet edecek nedimeleriyle birlikte buraya yerleşir. Güzel bir ilkbahar günü Konstantin  mevsim çiçeklerinden bir demet  toplatarak  sepet içerisinde bunları çok seven kızına yollar. Prenses babasının gönderdiği bu  çiçek sepetini sevinçle alır.O sırada çiçeklerin içersinde gizlenmiş olan bir yılan prensesi sokarak orada ölmesine neden olur.
                                    Avrupa’da  eski yataklar
Roma İmparatorluğu zamanında  belli başlı tek mobilya yataktı. Geceleri onun üzerinde yatıp, gündüzleri orada misafir kabul ederler, yemeklerini de orada yerlerdi.Yoksul olanların şiltesi samanla zengin olanlarınki ise pamuk veya kaz tüyündendi. Genellikle etraflarındaki  tahta üzerine  altın veya gümüş işlemeler olurdu. Bu devirlerde Fransa’da yataklar oldukça sade fakat birkaç kişinin birlikte kullandıkları için oldukça büyüktü.İlk defa İngiltere’de yapılan açılıp kapanan yatak ile ranza o devirlerde çok rağbet görür.Yaygın olan adet’e göre de  hamile  kadınlar giyinip süslenip misafirlerini yatakta kabul ederlerdi.Bu daha sonra bu alışkanlık  dul kadınlara da geçtiğinden baş sağlığı ziyaretlerini yatakta kabul etmeye başladılar.

                                  Topkapı  Sarayı   yangını
IV. Mehmet’in padişahlığı döneminde  Topkapı Sarayında  büyük olasılıkla kıskançlık nedeniyle  bir cariye tarafından kasten yangın çıkarılmıştı. 24Temmuz 1665 gecesini   25 şine bağlayan gece yarısı başlayan yangın sabaha kadar devam etti.Bunun sonucunda Harem dairesi,Divan-ı Humayun,Defterhane ve mutfak tamamen yanar.Sarayın diğer kısımları da çok zarar görür.Bu yangına sebep olan cariye padişahın bulunduğu Edirne’ye getirilerek kısa bir sorgulamadan sonra idam edilir.Sarayın hemen başlayan onarımı 1668 yılına kadar sürmüştü.

                                     Kim  çatlayacak ?
Koca Ragıp Paşa Sadrazamlığı sırasında  bir  toplantıda ‘ Efendiler  şimdiye kadar rüşvet almadığınıza yemin edermisiniz? ‘ deyince  orada hazır  bulunan herkes  arka arkaya yemin etmeye başlarlar. Şair Haşmet ise bir köşede suskunluğunu koruyarak oturuyordu. Ragıp Paşa ona dönerek ‘ Haşmet  sende bir çok memuriyette bulundun.Ama yemin edemiyorsun  deyince Haşmet şu cevabı verdi. ‘ Efendimiz yalan yere yemin eden çatlar diye bir inanış vardır.Şimdi bekliyorum hazır bulunanlardan hiç kimse çatlamazsa bu sözün aslı yok demektir. O zaman bende  yemin edeceğim ‘ der.

                            Yangın için alınan önlemler
On altıncı yüz yılda İstanbul’daki evlerin çoğu tahtadan yapılmıştı. Bu nedenle çeşitli sebeplerle çıkan yangınlar çabucak büyüyüp bazen tüm şehri tehlikeye sokacak kadar ciddi problemlere yol açardı.Bu devirde  herkesin çıkan yangınları söndürmeye yardımcı olması için bazı önlemler alınması padişah fermanıyla zorunlu gerekli  hale getirilmişti.İlk olarak her evde bir adet merdiven ile büyük bir su fıçısı bulundurulması isteniyordu. Bu fıçıların su ile dolu olması ve merdivenin uzun olmasına da  özellikle dikkat edilmeliydi. 
                                   Bir  yeniçerinin   idamı
Bir yeniçeri askeri idamını gerektiren bir suç işlediği zaman idam cezasının uygulanmasından evvel  ismi yeniçeri defterinden siyah mürekkep ile silinir ve özellikle eceli ile öldü diye yazılırdı.Yeniçerilikle ilgisi kesildikten sonra  Baba  Cafer zindanlarında   gece saat  on ikide  cellatlar tarafından öldürülüp  cesedi bir çuvala içerisinde , boynuna bir taşta  bağlanıp denize atılırdı. Dördüncü Murat devrine kadar  idam hükmünün yerine getirildiği saraydan atılan bir top atışı ile duyuruldu. Bu tarihten sonra bu uygulamadan  vaz  geçildi.

                                   Haçlı  orduları  ve  seyirciler
Haçlı orduları İznik önlerine geldiklerinde Türkler ile çok şiddetli savaşlara giriştiler. Bir kalenin içerisinde savunma halinde olan Türkler kendilerini savunmak amacıyla surların üzerinden aşağıya kaynar zeytinyağı döküyorlar ve düşmanın üzerine oklar atıyorlardı. Haçlılarda çeşitli alet ve mekanizmaların yardımıyla  kalenin içerisine suda sönmeyen ateşler yağdırıyorlardı.Sadece Kudüs’ü ziyaret etmek için Haçlı ordusunun arkasına takılıp bu bölgeye kadar gelmiş olan normal halk ise civardaki tepelerin üzerinden olup bitenleri ilgiyle izlemişti.

                                        Erbain  soğukları
Erbain Arapça’da kırk demekti. Takvimde  dokuz aralıktan on yedi ocağa kadar süren kırk gün eskilerce kışın en soğuk günleri olarak kabul edilirdi. Bu devreye erbain denilirdi.Eski İstanbullular buna çok önem verir. Zayıfları ve hastaları özellikle bu devrede korumaya gayret ederlerdi.Erbain geçtikten sonra kurbanlar kesilir ve ziyafetler verilirdi. Hatta bazı ailelerin bir birlerini ziyaret ederek bu soğukların geçmesini kutladıkları olurdu.

                                           Lale   devri
Aslında Osmanlı Devrinde Lale Devri diye bir bölüm bulunmaz. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa devrine rastlayan ve 1718 yılında  Avusturya ile imzalanan Pasarofça barış anlaşmasıyla başlayıp 1730  senesinde Patrona Halil isyanıyla III.Ahmet’in tahtan indirilişine kadar geçen  barış,sakinlik ve ilerlemenin yanı sıra zevk ve safa  devrine ünlü tarihçi Ahmet Refik’in  taktığı isimdir.  Adını, o dönemde İstanbul'da yetiştirilen ve zamanla ünü dünyaya yayılan lale çiçeklerinden alır.

                                  İstanbul’un   yokuşları
Yedi tepe üzerine kurulu İstanbul’da pek çok yokuş bulunur. İlginç isimleriyle bazı İstanbul yokuşları.  Şengül Hamamı yokuşu, Deveoğlu yokuşu, Fil yokuşu, Horasancı yokuşu, Kırkmerdiven yokuşu, Dana yokuşu, Camcıçeşmesi yokuşu, Hasan Hüseyin Yokuşu, Pastırmacı yokuşu, Hançerli yokuşu, Balıkçılar yokuşu, Dana yokuşu, Yokuş Çeşme, Etyemez yokuşu, Baruthane yokuşu, Tozkoparan Yokuşu , Otlukçu yokuşu, Mumhane yokuşu, Kaytan yokuşu, Macarlar yokuşu.

                              Yangına  giden  sadrazam
İstanbul’da yangın olduğunda  sadrazam ile yeniçeri ağasının  yangın yerine gidip  yangın söndürme çalışmalarını izlemeleri görevleri arasındaydı. Yangınlara bazen padişah’ta giderdi. Padişah yangın yerine vardığı zaman  sadrazam ve yeniçeri ağasının henüz gelmediğini görürse  onları para cezası ile cezalandırırdı.  III.Mustafa bazı gecelerde İstanbul’da  tebdili kıyafet  gezdiği bilinirdi.Yangın çıkarsa padişahın kendilerinden evvel olay yerine gidebileceğini ve dolayısıyla para cezası ile padişahın gazabına uğrayacaklarını düşünen sadrazam ve yeniçeri ağası geceleri üçer tane atı eğerleri takılı olarak bekletirlerdi.Kuleden yangını görür görmez halka ilan etmeden sadrazam ve yeniçeri ağasına haber vermeleri konusunda ise nöbetçiler  her gece sıkıca uyarılırdı.

                             Semte  adını  veren  bilgin
İstanbul’un Şehremini bölgesinin tanınmış semtlerinden olan Fındıkzade  ismini eski bir devirde yaşamış olan bir bilginden almıştır. Bu kişi17.yy da  yaşamış olan devrin ulemalarından  Fındık Mustafa Efendidir. Oğlu Fındıkzade İbrahim Efendi diye tanınıyordu. Oda seçkin bir bilim adamıydı. Her ikiside o semtte doğmuş,tüm yaşamları burada geçmişti. Öldükten sonra evlerinin karşısındaki  mescidin mezarlığında gömülürler. Herkes tarafından çok sevilen bu iki kişinin ölümlerinden sonra halkın isteği ile bu semtte onların ismi verildi.

                                 İstanbul’da   ayna   modası
Üçüncü Sultan Mustafa’nın  Hibetullah  adında bir kızının dünyaya gelmesi üzerine yapılan şenlikler nedeniyle şehir baştanbaşa süslenmişti. Bu tarihlerde İstanbul’da ayna çok rağbet görmekteydi. Küçük sultanın doğmasından kırk gün önce  aynacılara haber verilerek bol miktarda ayna ve avize siparişi verilir. Zengin veya fakir herkes evini süslemeye ve kandil yakarak bunun ışıklarını aynalar vasıtasıyla sokaklara aktarmaya mecbur edilmişti. Topkapı Sarayında da Orta kapı denilen kapının iki tarafına büyük avizeler ve aynalar asılarak arasına        ‘Mübarek olsun ‘ yazılı büyük bir mahya asılmıştı. Saray meydanına doğruda  yüzlerce  büyük ve küçük ayna konulmuştu.

                                       Çamlıca   Köşkü
Çamlıca  eski tarihlerde de halkın sevdiği ve sık olarak gittiği mesire yerlerinden birisiydi. Günün birinde Sultan Mahmut burada  bir köşk yaptırmaya karar verir. Hekimbaşı  Abdülhak Molla telaşlanır. Çünkü bu köşk yapıldığı taktirde halk buraya  giremeyeceği   için bu yerden mahrum kalacaklardı. Bunun üzerine padişaha ‘ Benim duyduğuma göre buralarda  yeri tam olarak belli olmayan bir evliya yatıyormuş. Sizin yaptıracağınız bina onun mezarı üzerine gelirse çok günah olur. Ayrıca size uğur getirmez, aksilikler bir birini takip eder ‘ deyince padişah bu binayı yaptırmaktan vaz geçer.

                                     İlk pil’i kim buldu ?
 İlk pil’in 1800’lü yılların başında  Alessandro Volta ‘nın bulduğu bilinir.  Bu pil  belirli çözeltiler ile metal elektrotlar arasındaki kimyasal tepkimeden yararlanma yoluyla elektrik üretiyordu. Fakat Alman  arkeolog Wilhelm  Konig  1938 yılında Irak’ın başkenti Bağdat yakınlarında  bulduğu 2000 yıllık pil herkesi şaşırttı. Konig  13 santim boyundaki  toprak bir kabın içerisine monte edilmiş bakır silindir ve onun etrafındaki  demir çubuk’lu nesneyi dünyanın en eski pili olarak tanımladı. Bu pilin 2 voltluk bir enerji sağlayabileceği düşünülüyor.

                         Osmanlı   döneminde bazı  ilkler
- İlk olarak Sultan İkinci Abdülhamid döneminde açılan okullar: Mekteb-i Hukuk-i Şâhâne (Hukuk), Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne (Tıp), Mekteb-i Mülkiye-i Şâhâne (Siyasal Bilgiler), Mekteb-i Şâhâne Hendese-i Mülkiye (Teknik Üniversite), Halkalı Yüksek Ziraat Mektebi, Orman ve Madenler Mektebi.
 -İstanbul a ilk tünel yine Sultan Abdülaziz zamanında Fransız Mühendis Emile Gavand tarafından yapıldı ve bu tünel 17 Ocak 1874 günü hizmete girdi. Dünyanın üçüncü yeraltı treni olan bu tünel 575 metre uzunluğunda ve 7 metre genişliğindedir.
-Türkiye’nin yurt dışında katıldığı ilk sergi 1851 yılında Londra da düzenlenen Tarım ve Sanayi Ürünleri Sergisidir.
* Türkiye de ilk sergi  27 şubat 1863 tarihinde Sultan Ahmet Meydanında Sultan Abdülaziz in de katıldığı bir törenle açılan "Sergi-i Osmani"dir. Çeşitli el sanatları ile tarım ve sanayi ürünlerinin yer aldığı bu sergiye İmparatorluk sınırları içinde kalan ülkelerden olduğu gibi bazı Avrupa ülkelerinden de katılımlar oldu.
* İlk kıyafet kanunu 3 Mart 1829 yılında ve İkinci Mahmut zamanında yayınlanmıştır. Bu kanuna göre sarık ve cüppe ilmiye sınıfına ayrılmış olup devlet memurlarının fes, setre, pantolon ve kaput giymeleri kararlaştırılmıştır.
-İlk daimi ordu 1328 yılında Orhan Gazi Bey in emriyle kurulmuş olup bu orduya "Yaya" adı verilmiştir
- Haydarpaşa - İzmit - Ankara demiryolu ilk olarak 1888 yılında İkinci Abdülhamid'in Almanya'dan aldığı mâli destekle gerçekleştirildi Ankara- Bağdat demiryolu hattının yapımına girişildi
- "Valide Sultan" adıyla anılan ilk padişah anası, İkinci Selim'in hanımı ve Üçüncü Murat'ın anası olan Nur Banü'dur

- Osmanlılarda ilk matbaa, Üçüncü Ahmet zamanında ve 1727 yılında faaliyete geçen İbrahim Müteferrika Matbaası'dır
- Osmanlı tarihinde savaş meydanında şehit olan ilk (ve tek) padişah Birinci Murat'tır (1389), 1 Kosovo Savaşı
- İlk barış anlaşması, 1330 yılında Orhan Gazi ile Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos arasında imzalanmıştır.

- "Rumeli" adı verilen Avrupa yakasında ilk ele geçirilen yer, Gelibolu da Orhan Gazi nin büyük oğlu Süleyman Paşa tarafından alınan Çimpe limanıdır.

- "Sikke" adı verilen ilk Osmanlı madeni parası Orhan Gazi adına 1327 yılında basılmıştır.

- İlk daimi ordu 1328 yılında Orhan Gazi Bey in emriyle kurulmuş olup bu orduya "Yaya" adı verilmiştir.

- Osmanlı tarihinde ilk şair padişah Fatih Sultan Mehmet’in babası İkinci Murat’tır.

                                                 Enderun
1839 Tanzimat ilanına kadar  İstanbul Topkapı Sarayında en yüksek dereceli öğretim veren okullarından birisi  Enderun’du. Buraya devam edebilmek için orta dereceli saray okullarının birisinden mezun olmak gerekirdi. Bazen de yüksek devlet görevlilerinden birisinin oğlu padişahın emri ile bu okula alınırdı. Okulun amacı yüksek dereceli devlet adamı veya kumandan yetiştirmekti.Bir cins sınıf olan oda denilen yedi aşamalıydı. Basitten yüksek dereceliye kadar isimleri şöyleydi.Küçük oda, büyük oda, doğancı odası, seferli odası,kiler odası,hazine odası ve has oda.Küçük ve büyük oda okulun ilk basamaklarıydı. Buraya toplam 160 öğrenci  alınırdı.Bu sayı daha sonraları 400’e kadar çıktı. Okulda öğretim verilen derslerin başlıcaları , Türkçe, Arapça,Farsça,dini ve askeri bilimler,beden eğitimi,silah kullanma,saray prokolu ve müzik’ti.  Öğrenciler öğretimlerine devam ederken bir yandan da sarayda staj yaparlardı. Seferi odasına kadar yükselen bir öğrenci artık subay sayılırdı.

                                           Eski   oyunlar
Genellikle batı , az miktarı da doğu ülkelerinden yurdumuza gelmişlerdir. Bir kısmı tarihe karışmış bazıları ise günümüzde bile oynanmakta.Bu oyunların  bazıları :                                                                                                             Tavla : Türkler  tarafından sevilerek oynanan oyunların başında gelirdi. Kürşad, Osmanlı, Nevbahar ,tokat  gibi çeşitli oynama şekilleri geliştirilmişti. 
Aşık oyunu : Koyun  bacağından çıkan kemiklerle oynanırdı.                      Barbut: Çift zar atarak oynanan bir oyundu. Beyazıd meydanının arkasındaki  kahvelerde oynanırdı.                                                              
Satranc-ı urefa : Tarihe karışmış oyunlardan birisidir. İki kişi tek zar ve yüz haneye ayrılmış karton  tablo üzerinde oynanırdı.                                        Peçiç :  Sekiz adet katır tırnağı ile oynanırdı.Taşlar avuç içerisinde karıştırılarak atılırdı. Bu gün bilinmeyen  eski oyunlardan birisidir.               Beçiz oyunu: İki veya dört kişiyle ve altı adet zarla oynanırdı. Zarları tavla zarından farklıydı. Bir yüzlerinde sadece yek vardı. Diğer yüzleri ise boştu. Zarlar atıldıktan sonra bir siyah diğerleri beyaz olursa buna beçiz denirdi. 
Tüm atışların başka isimleri vardı. Hepsi beyaz olursa bahar,siyah olursa çaka gibi.     
Satranç : Doğudan batıya aktarılan satranç  Fatih Sultan Mehmet zamanından beri oynanan en eski oyunlardan birisidir.       
Dama : Bu oyunu eski Mısır’lıların bulduğu bilinmektedir. Sultan Abdülaziz bu oyuna çok meraklı olduğundan sarayda damacıbaşı bulunurdu.

                                       Sabunun  damgası
1826 senesine kadar İstanbul’da satılan sabunların üzerinde damga bulunmadığından iyisiyle kötüsünü ayırmak mümkün olamıyordu. Bu tarihten sonra halkın bu ayrımı yapabilmesi  için damga konulması mecburiyeti getirildi.            
                                         Balta   asmak
Yeniçeri  Ocağının iyicene dejenere olduğu zamanlarda bazı yeniçeri ağaları esnaftan , paralı kişilerden,tüccarlardan,limandaki gemilerden haraç alır, vermeyenleri ölümle tehdit ederlerdi.Haraç aldıkları kişilerin kapısını da kendi özel işaretlerini asmaları olayına  ‘ Balta asmak ‘ denilirdi.Kuş, süpürge, balık,aslan , cami gibi her yeniçeri ağasının özel  işareti  nişan diye adlandırılırdı.                                                                                                                 
                                         Buğ  gemisi
Osmanlı Devletinde  1827 yılına kadar buharlı gemi yoktu. İlk buharlı gemi  II.Mahmut zamanında  İngiltere’den alınan  Swift adlı bir gemidir. Yurda geldikten sonra ismi değiştirilmemiş fakat  halk arasında  buğ gemisi olarak bilinirdi.  Sultan Mahmut’un binmesine tahsis edilen bu gemi, padişahın bir çok deniz seyahatinde kullanıldı.Bu geminin alınmasından sonra   gemileri kullanmak amacıyla  kaptan ve tayfa okulları açıldı.
                                     

                            
                                                                                  




                                        

                               



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder