8 Ağustos 2014 Cuma

DEFTERİMDEN İLGİNÇ TARİH NOTLARI - 12



                                   Zincirli   selvi  Ağacı
İstanbul’da Sümbül Efendi türbesinin yanındaki selvi ağacına asılı bir zincir yüzünden ‘Zincirli  selvi ‘ diye anılan bu ağaç eski zamanlarda  mahkeme görevi de görmekteydi. Rivayete göre herhangi bir suçtan dolayı yakalanan bir zanlı  ağacın dibine getirilerek burada bırakılırdı. Selvinin üzerindeki zincir getirilen şahıs gerçekten suçluysa kendiliğinden hareket ederek aşağıya doğru sarkardı. Kişi masumsa zincirde hiçbir değişiklik oluşmazdı. Evliya Çelebi’de ünlü seyahatnamesinde  halkın bu zincirin yere düşmesi halinde kıyamet kopacağına  inandığından bahseder.

                                 Çifte sultanlar  türbesi
II.Sultan Mahmut zamanında 1813 yılında yaptırılmış bir türbedir. Efsaneye göre Hz.Ali’nin iki kızı Bizans İmparatoru tarafından esir alınır.Hristiyanlığı kabul etmeleri halinde af edilecekleri söylenerek düşünmeleri için 40 günlük bir süre verilir. Bizans İmparatoru iki kız kardeşi şimdiki Kocamustafapaşa semtinde bulunan bir zindana atar. İmparatorun kızı ise sık sık onların yanına giderek hem teselli etmeye hem de din değiştirmeleri konusunda ikna etmeye çalışır. Süre sonunda iki kız kardeşte din değiştirmeyi kabul etmezler. Bunun üzerine imparator her ikisini de öldürterek bu zindanın yakınlarında bir yere gömdürür. Bu rivayeti duyan padişah buraya bir türbe yaptırır. Duvarları ünlü hattat Yeserizade Mustafa İzzet efendi tarafından süslenen bu türbe halk arasında Çifte Sultanlar Türbesi olarak bilinir.

                                    İki ağaç iki  efsane
Topkapı sarayının birinci avlusunda Aya İrini kilisesiyle Darphane arasında kalan bölgede yaşlı bir selvi ağacı vardı. Birkaç asırlık olduğu düşünülen bu ağacın altında Bizans devri azizelerinden birisinin yatmakta olduğu tahmin edilmekteydi. Bundan dolayı bu ağaç hristiyanlar tarafından sık sık ziyaret edilerek etrafına mumlar dikilirdi. Bir müddet sonra bu selvi ağacı kurudu ve çöktü. Bu çöküşle birlikte burada olduğu  söylenen  mezarda  kayboldu.
İkinci bahsedeceğim ağaç  Gülhane parkının karşısında yol üzerinde. Bu çınar ağacı yaklaşık 400 yıllık bir geçişe sahiptir. Ağaç Sultan III. Ahmet’in kız kardeşi Zeynep Asıma Sultan tarafından 1800 lü yılların başında yaptırılan caminin önündeki küçük kabristanın   içerisindeydi.   Yolun genişletilmesi sırasında ağaç kesilmeyip olduğu yerde  bırakıldı. Çınar kovuğunda bulunan bir taşın ise Fatih Sultan Mehmet’in atından sıçrayarak buraya saplandığı rivayet edilse de  gerçek olup olmadığı tam olarak bilinmiyor.

                                          Türk   dericiliği

Debağat denilen deri işleme sanatı tarihte ilk olarak  Osmanlı döneminde başlamıştı. Anadolu’da deri işleme sanatının estetik ve işleme olarak zirvede bulunduğu dönemlerde Avrupa’da bu kadar kalitelisi yapılamıyordu. Derilere verilen elastikiyet ve yumuşaklık sadece Türklere özgü bir sanat sırrıydı. Roma imparatorluğunda Türk ayakkabıları giymek bir ayrıcalık olarak kabul edilirdi.  Osmanlılar döneminde deriden imal edilen  çeşitli süs ve giyim eşyalarının renkleri dahi solmadan günümüze kadar ulaşması bu sanatın ne kadar iyi icra edildiğinin bir göstergesi olarak kabul edilir.


      İstanbul’un  alınmasından  sonra    camiye  çevrilen  kiliseler

Fatih İstanbul’u aldıktan sonra sekiz adet kilise camiye dönüştürüldü. Bu kiliseler ve dönüştükleri cami’ler şunlar
 Ayasofya Kilisesi       :  Ayasofya cami
 Aya Serkiyo Kilisesi   :  Küçük  Ayasofya  cami
 Hristo Pankotratos     :  Zeyrek cami
 H.Sotis Hora kilisesi   :  Kariye cami
 Altımermer kilisesi      :  Altımermer cami
 Pantepopto kilisesi     :  İmaret cami
 Aya Teodora kilisesi   :  Vefa cami
 Hristo kilisesi              :  İsa kapısı cami

                                      28 Mehmet  Çelebi
Osmanlı sadrazamıdır. Kendisine 28 denmesinin sebebi imzasını Arapça  iki ve sekiz  rakamlarını yan yana yazarak atmasıdır. Diğer bir söylentiye göre de yeniçeri ocağının 28. Dönem mezunlarından olduğu için bu lakapla anıldığı yolundadır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya ilk olarak gönderdiği büyükelçi’dir. Kafilesiyle  mehter marşı eşliğinde  Fransa’ya adım atarken büyük bir ilgi ile karşılanmıştı.Toplam 11 ay kaldığı Fransa’dan döndükten sonra yazdığı ‘Paris sefaretnamesi ‘adlı eseri  büyük yankı uyandırdı. Patrona Halil isyanı sırasında bu olayı destekler bir tutum alması üzerine Kıbrıs’a sürgüne yollandı. 1732 yılında Magosa’da vefat etti. Türbesi aynı şehirde bulunuyor.  

             İstanbul’un  bazı  semtlerinin  adları  nereden  geliyor ?
Eminönü  :  Osmanlı döneminde çarşıdaki esnafı denetleyen kişilere ‘emin’ denilir, bürolarının bulunduğu yer ise  Eminönü ismiyle bilinmekteydi.
Taksim : Burası İstanbul’un suyunun dağıtıldığı   yer olduğu için Taksim  denilirdi.
Aksaray : Fatih Sultan Mehmet zamanında bu günkü Aksaray bölgesinden getirilen göçmenlerin yerleştirildikleri yerdir.  Buraya yerleşenler kendi şehirlerinin ismini vermek isterler. Padişah bunu uygun görülünce Aksaray ismi kalıcı hale gelir.
Beyazıt : Padişah II.Beyazıt burada bir külliye yaptırdığı için külliye ile birlikte semtin  ismi de böyle kaldı.
Veliefendi :  Bir dönem  Şeyhülislam görevinde bulunan Veli Efendi’nin bu bölgede sahip olduğu geniş arazi nedeniyle adı semtte’de verildi.
Aşiyan : Tevfik Fikret bu semtte bulunan  evine Fas’ça kuş yuvası anlamına gelen aşiyan ismini vermişti. Daha sonraları semtte bu isimle anılmaya başladı.
Bebek : Fatih Sultan Mehmet’in bu bölgeyi koruması için gönderdiği bölükbaşı ‘Bebek ‘ lakaplıydı. Görevi bittikten sonrada bu bölgede büyük bahçeli bir evde oturmaya devam eden bu kişiyi anımsatan bebek ismi kalıcı olmuştu.
Feriköy : Bölgenin isminin burada  uzun yıllar yaşamış olan Madam Feri’den esinlenerek oluşturulduğu  söylenir.
Çengelköy : Semtin adı   gemi çapaları yapım atölyelerinden gelmiştir.
Şişli : Şiş imalatıyla uğraşan bir ailenin bu bölgede oturmasıyla bu ismi aldığı sanılmaktadır.
Şaşkınbakkal : Yerleşimin olmadığı  zamanlarda burada açılan bir bakkal dükkanı halk arasında  iş yapamayacağı düşüncesiyle şaşkınbakkal ismiyle bilinirdi.
Tahtakale :  Arapçada  kale  altı anlamına gelen Taht-el-kale sözcüğünden türemiştir.
Üsküdar : Bizans döneminde Skutani olarak bilinen semt  zamanla değişime uğrayarak Üsküdar’a dönüşür.
Yeşilköy :  Ayestafenos adıyla bilinen ve daha çok Rumların yaşadığı bir köydü. Cumhuriyet döneminde isimlerin Türkçeleştirilmesi sırasında ismi Yeşilköy olarak değiştirildi.
Etiler :  Boş olan araziye Etibank’ın kurduğu bir site nedeniyle bu isim verildi.
Gümüşsuyu :  Buradaki gümüş  kelimesi büyük su haznesi anlamına gelen gömüş kelimesinden türemiştir. Buradaki çeşmenin yokuşun üst kısmında bulunan bir su deposundan beslenmesi nedeniyle bu ismi aldı.
Osmanbey :  Matbaacılık işiyle uğraşan  Osman Bey’in burada bulunan çiftliği nedeniyle halk   bu bölgeye Osmanbey ismini uygun görür.
Nişantaşı :  Eski zamanlarda ok atma yarışmalarının  yapıldığı yerdi.
Karaköy : Karai denilen müsevi vatandaşların  oturdukları bölge Kakai Köyü olarak bilinirdi. Zaman içerisinde Karaköy’e dönüşür.
Teşvikiye : Sultan Abdülmecid!in bir mahalle kurulmasını  teşvik ettiği için semte Teşvikiye adı yakıştırıldı.
Tarabya : Bizans döneminde denize girilen ve tedavi yapılan yer anlamında Terapia ismizaman içerisinde Tarabya’ya dönüşür.

                                  Abdülhamit  ve  Abdülmecit
1800 lü yılların başlarında Rusya ve Yunanistan’la olan  ilişkilerdeki   gerginlik nedeniyle  donanmanın güçlendirilmesi  düşünülür. Bu amaçla  yurt dışından iki adet denizaltı alınması ve bunların İstanbul’daki tersanelerde yapılacak çalışmalarla modernize edilmesine  karar verilir. Adlarına Abdülhamit ve Abdülmecit verilen adlı iki denizaltı yurt dışından İstanbul’ a getirilir.  Bir çok teknik noksanlıkları olan  ve bu sorunları giderilemediği için bu denizaltılar kullanılamaz.Yıllarca Haliç’te bekletildikten sonra hurdacılara satılır.

                                      Şanlı  Yavuz’un  sonu
Amerika’nın en büyük gazetelerinden birisi olan  New York Herald Tribune gazetesinde 17 Ağustos 1966 yılında yayınlanan Avrupa baskısında   ‘Son Savaş Kruvazörü ‘ başlığı altında şöyle bir ilan  çıkar. ‘ Yavuz adlı savaş gemisi hizmet dışı kalmıştır. Boş olarak yaklaşık 22.350 tondur. Tahmini satış fiyatı 25.199.170 Türk Lirası olup, buda yaklaşık olarak 2.8 milyon dolardır.’  Almanya’da Goeben adıyla  yapılan bu gemi, denize açıldıktan iki sene sonra Çanakkale’de ay yıldızlı bayrağımız çekilip Yavuz ismini aldıktan   52 yıl sonra ise  yukarıdaki ilanla satışa çıkarıldığını bu gazete ilanıyla anlıyoruz.

                       Bahriye Mektebinde öğretim görevlileri
Osmanlı döneminde donanmaya subay yetiştiren Bahriye Mektebinde öğretim görevlileri öğrencilerin taktığı lakaplarla bilinirlerdi. Bunlardan bazıları
Piko Mehmet : Bir süre okul müdürlüğü de yapmış olan Mehmet Bey, kısa boyu  nedeniyle öğrenciler arasında piko lakabıyla bilinirdi. Piko kaydırak oyunundaki ufak taşın ismidir.
Dinamit Hüsnü : Geceleri herkes yattıktan sonra büyük bir hızla yatakhanelere girerek kontrol ettiği için bu isim verilmişti.
Sulu Tevfik : Her şeyi  en ince ayrıntısına kadar araştırdığı için bu isimle bilinir aşırı titizliği ise çoğu kez  etrafındaki  kişileri  rahatsız ederdi.Tatil günlerinde sivil kıyafetle İstanbul’da gezip  öğrencilerinin  uygunsuz davranışları olup olmadığına bakması çok meşhurdu.
Kör Rıza : Aşırı derecede olan miyopluğu nedeniyle sürekli olarak gözlerini kırpıştırarak etrafa bakardı.Ufak tefek ve zayıf bünyeliydi.
Nefise Hanım : Yaşından umulmayacak bir çeviklikle hareket ettiği için Yüzbaşı Mehmet Bey’e bu isim takılmıştı.
White Head : Uzun boylu, beyaz tenli sık beyaz saçlı olduğu için öğrenciler ilk geldiği gün White Head lakabını yakıştırıldı.
Atik Ahmet :  Öğrenciliği sırasında takılan bu lakap aynı okulda öğretim görevlisi olunca değişmeden devam etmişti.
Pala Osman : Bıyıkları ile meşhurdu.
Beybaba : Konuşması sırasında öğrencilere sık sık ‘bey oğlum ‘diye hitap ettiği için öğrenciler arasında   beybaba olarak bilinirdi.

                      Yavuz’un  emrini  dinlemeyen  kadı
Yavuz Sultan Süleyman şehzadelerinin masrafları için hazineden altı yüz kuruş verilmesini  ister. Bunu öğrenen kadı hemen padişah’ın yanına giderek ‘ Devletimiz donanma için yeni gemiler yaptırıyor. Masrafımız bu aralar çok fazla . Hal böyle iken şehzadelere para ayırmak doğru olmaz ‘ der. Biraz düşünen Yavuz ona hak verdiğini  bu isteğinden ise vaz geçtiğini söyler. Bir müddet sonra kadı işine gidip gelebilmek için bir at , mümkün değilse  merkep  verilmesini ister.  Kadı’nın  isteğini duyan Yavuz                
‘ İstanbul Kadısı’nın  eşekle gidip gelmesi devletin fakirlik görünümüne sebep  olur ‘ diyerek bu isteği geri çevirir.

                                           Büyük   hayret
Osmanlı donanmasının gerçek kurucusu Fatih Sultan Mehmet olarak kabul edilir. Tahta seçtiği zaman donanma sadece 30 adet  kadırga ile savaş yeteneği bulunmayan az  miktarda küçük tekneden oluşuyordu. Bu dönemde  Venedik donanması Osmanlıya göre mukayese edilemeyecek kadar büyük ve görkemliydi. Fatih Sultan Mehmet tüm yaşantısı boyunca yeni gemilerle yaptırarak donanmayı kuvvetlendirdi. Öldüğü  zaman  Osmanlı Donanmasında 250 harp  ve 500 nakliye gemisi bulunuyordu. Bu tartışmasız bir şekilde Venedik’ten bile büyük bir kuvvet olup , dünyanın en büyük donanmasıydı.Bu gelişmeleri izleyen bir Avrupalı olan Babinger  donanmanın bu şekilde gelişmesini  kısaca ‘ Büyük hayret ‘ kelimeleriyle ifade etmiştir.
                           Roma  sokaklarındaki  küpler
Roma İmparatorluğu zamanında  başkent  Roma’nın dar  ve tenha sokaklarına küpler konurdu. Bunlar yoldan gelip geçenlerin idrarlarını
yapmaları için  bırakılmışlardı. Bu kaplar doldukça toplanıp yenileriyle değiştirildi. Toplanan idrarlar  genellikle ziraat’ta az bir kısmı ise başka işlerde değerlendirildi. Zamanın meşhur bilginlerinden olan Plinius  ‘İnsan idrarı ile gübrelenen tarlaların ürününün  daha bereketli olduğundan bahseder.’ İdrarların diğer bir kısmı ise  kumaş ve dericilikte işe yarardı. Bugün bu sanayilerde kullanılan amonyağın yerine o devirlerde   idrar  kullanılmaktaydı. Dokunan kumaşlar idrar dolu kaplara yatırılır sonra üzerine çıkılıp  iyicene ezilirdi. Böylece amonyağın etkisiyle kumaş beyazlaşıp   temizlenirdi.
Sokaklarda bulunan ‘amfor’ adı verilen bu kaplardaki idrarları toplamak  kumaşçılara ve dericilere verilen bir imtiyazdı. Onlarda bunun karşılığında vergi verirlerdi. İlk olarak Roma  İmparator’u  Vespasainus’un zamanında alınmaya başlanan bu vergi  ilk başlarda yadırgansa da daha sonraları doğal olarak görüldü.

                                          Aygır  İmam
Padişah III. Selim zamanında bazı yenilik ve modernleşme çalışmaları yapıldı. Bunları  bazı din adamları  kişisel çıkarları nedeniyle  tehlikeli olarak algılayıp   gavur icadı diyerek halkı etkilemeye çalışmaktaydı. Kabakçı Mustafa ile birlikte III.Selimi tahtan indirilmesine sebep olan aygır imam lakaplı kişi bir oturuşta 1.5 kilo pastırmanın içerisine  40 yumurta kırıp bunu ekmekle  yedikten  sonra mide fesatı nedeniyle vefat etmişti.  
                            
                                        İlginç  bir  meslek
Ortaçağ  Avrupa’sın da evlerde hatta saraylarda bile  tuvalet  bulunmazdı.  Bu amaçla evlerde oturak haline getirilmiş iskemleler kullanılırdı. Evin gizli bir köşesinde duran bu iskemle gereksinim olduğunda  oradan alınır , işi bitince tekrar aynı yerde saklanırdı. Bu devirlerde başta Viyana olmak üzere Avrupa’nın pek çok şehrinde  ilginç bir kazanç kapısı oluşmuştu.  Ellerinde   oturmaya elverişli bir kova ve pelerinle gezen bazı kişiler  tuvalet ihtiyacı olanlara ücret karşılığında yardımcı oluyorlardı. Sistem şu şekilde işlemekteydi. Kovayı yolun tenha bir yerine koyduktan sonra  ellerindeki pelerini ihtiyacı olanların  başından aşağı geçiriyorlardı. Yerlere kadar uzanan pelerinden içerisi  gözükmezdi. Kişi  içerde soyunup ihtiyacını giderdikten sonra  dışarı çıkardı.


                         Düşkün  kadınlara  özel  okul
1878 yılında yenilgiyle biten Osmanlı Rus savaşı ardından halk arasında büyük bir açlık ve sefalet dönemi başlamıştı.Bu dönemde bazı kadınlar  günlük gereksinimlerini karşılamak amacıyla fuhuş girdabına kapılırlar. Özellikle Galata civarındaki ara sokaklar bu sektörün kullanıldığı yerlerin başında gelmekteydi.1909 yılında Emniyet-i Umumiye Müdürlüğü kurulduğu zaman buna bağlı birde Zabıta-i Ahlakiye bölümü açılır. Bunun kurulma sebebi fuhuşun önlemenin yanı sıra cinsel yolla yayılan bulaşıcı hastalıkların  önlenmesiydi. Bu  yıllarda  Ahlak polisine bağlı birde polis sanat mektebi açılmıştı. Yakalanan fahişeler arasında özellikle ihtiyaçları nedeniyle bu sektöre yönelenleri buradan kurtararak bir meslek sahibi yapma amacını taşımaktaydı. Kabataş’taki Ethem Paşa Köşkü  bu amaçla bir okul haline döndürülür. Burada kadınlara çorap ve fanila örme, halıcılık, terzilik dersleri verilerek  meslek sahibi olmaları sağlanmaktaydı.

                                         873  kişilik heyet
Türk elçilik heyetleri yabancı ülkelere gittikleri zaman kalabalık bir elçi heyetiyle birlikte mehterbaşı idaresinde birde mehteran bölüğü bunlara eşlik ederdi İlk olarak  Kara Mehmet Paşa’nın 1665 ‘te 295 kişilik Viyana Elçilik heyetinde mehter takımı yer almıştı. Bundan sonrada bu adet haline dönüşmüş gittikçe kalabalıklaşan heyetlerde mehter takımı mutlaka yer almaya başlamışlardı.1700 yılında Almanya’ya giden 571 kişilik heyette ve daha sonra 1719 yılında 873 kişi ile gidilen Viyana ziyaretlerinde 60 kişilik büyük bir mehter takımı heyete eşlik eder.. Mehter gösterileri o yıllarda Avrupa’da büyük ilgi görmekteydi. Hatta ünlü Fransız  bestekar Georges Bizet 2 nolu suitini  mehter marşından etkilenerek bestelediği söylenir.

                            Savaş  esirlerine  verilen  isimler
Osmanlı zamanında savaşta alınan esirler  yaş ve cinsiyetlerine göre şu isimlerle bilinirlerdi.
Erkek  esirler         Kadın esirler
Şirhor                    Şirhor                         :    Yeni doğandan 3 yaşına kadar
Beççe                    Duhterek                    :    3-8 yaş arası erkek çocuklar
Gülamçe               Duhter                        :    8 -12 yaş
Gulam                   Ümmüveled                :   12 yaşından büyük olanlar
Sakallu                  Acüze                        :    Yaşı geçkin
Pir                         Acüze                         :    İhtiyar
Daha yaşlı olanlara kadın erkek ayrımı yapmadan  Fertute, ayrıca özrü olanlara Mayube, hastalıklı olanlara ise  Bimare denilirdi. Bu esirler arsında sakatlığı olanlara ise Yekdest ismi verilirdi.

                                        Kuleli   olayı
XIX. yy ilk yarısında padişaha karşı örgütlenen bir cemiyet ortaya çıkarıldı. Amaçları padişahı ortadan kaldırarak demokratik bir düzen kurmak isteyen bu kişiler kısa bir süre sonra yakalanarak şimdiki Kuleli Askeri Lisesinin bulunduğu binada hapis edilip  mahkemeleri burada yapıldı. Bu nedenden dolayı bu örgütlenmeye Kuleli olayı ismi verilmişti.
                      
                         Yıldırım  Beyazıt  içkiyi  nasıl  bıraktı ?
Yıldırım Beyazıt Bursa’da Ulucamiyi yaptırdıktan sonra Emir Sultan’la birlikte camiyi gezerken ona fikrini sorar . Emir Sultan ‘ Cami çok güzel yapılmış yalnız dört köşesinde birer meyhane eksik  ‘ diye  yanıt verir .Ne demek istediğini çok iyi anlayan Yıldırım Beyazıt  o gün içkiye tövbe ederek bir daha ağzına içki koymaz. Osmanlı döneminde ilk içki içen padişah olarak bilinen I. Beyazıt veziri Ali Paşa ‘nın etkisinde kalarak bu alışkanlığı edindiği bilinmektedir.

                              Maaş  yerine  gemi  enkazı
Maaşların düzgün olarak ödenemediği  II.Abdülhamit devrinde zamanın donanma bakanı olan Hasan Paşa bahriyelilere  maaş yerine gemi enkazı dağıtmıştı. Şöyle ki ,2500 tonluk meşhur üç ambarlı Mahmudiye gemisi ile Ruslar’ın Sinop baskınından kaçıp kurtulan Taif ismindeki nakliye gemisi çalışamayacak derecede eskimiş ve harap olmuşlardı. Hasan Paşa bu iki geminin enkazının donanma personeline maaş olarak verilmesi talimatını alır. Bunun üzerine  süret denilen maaş bordolarında para yazılacak yere enkaz miktarı yazmaya başlandı.( 500 okka gemi enkazı verilsin gibi.) Haklarına düşen enkazı alan hemen hurdacılara giderek bunu nakit paraya çevirerek aylık geçimini sağlamışlardı.

                                      Belediye  cezası 
XIX. yüzyılın başında İstanbul’da belediye başkanlığı yapan Hüseyin Bey hayvanları seven duygusal bir kişiydi. Küfeleri ağzına kadar ekmek dolu olan atını   ağaca bağlayıp bekletirken kendisi kahvede iskambil kağıtlarıyla oyun oynayan bir satıcıyı görünce çok sinirlenir. Ekmekçiye sırtında içi ekmek dolu olan küfeler olduğu halde atın bekletildiği zaman kadar ağaca bağlı olma cezası verir ve ceza uygulaması bitene kadar başında bekler.

                                                       Tango
Tango,1918 ile 1921 yılları arasında halk arasında bir renk adıydı.Kayısı sarısına  tango denirdi. Bunun tango dansıyla bir alakası olmadığı gibi neden böyle bir isim takıldığı da bilinmiyor. Şık hanımlar arasında bu renkte çarşaf ve çoraplar moda olmuştu. Bu sıralarda özellikle İstanbul’da  herkesin ağzında olan meşhur  kantonun sözleri şu şekildeydi. 
                             Yandan yırtma çarşaflar
                             Görünüyor tango çoraplar..

                                  İstanbul’un   yedi   tepesi
İstanbul’un  surlar  içerisinde  kalan bölümünün Bizanslılar zamanından beri yedi tepe üzerinde kurulduğu  bilinir. Dolayısıyla sanıldığı gibi Çamlıca tepesi bu tepelerden birisi değildir.
Bu yedi tepe şunlardı:
1. Topkapı sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet camisinin bulunduğu bölüm.
2. Çemberlitaş ve Nuruosmaniye  civarı
3. İstanbul Üniversitesi merkez binası ve Süleymaniye cami
4. Fatih camisinin bulunduğu kesim
5. Sultan Selim camisinin bulunduğu tepe
6. Tekfur sarayı ve Eğrikapı bölgesi
7. Samatya ve çevresi

                                      Vükela   Vapurları
Yüksek devlet görevlilerinin binmesine tahsil edilmiş özel gemilere Vükela Vapurları denilirdi. Bu gemi sabahları Kanlıca’dan kalkar, devlet yöneticilerinin yalılarının rıhtımına yanaşıp veya açıkta durarak kayıklarıyla gelen kişileri alarak Sirkeciye götürürdü. Akşamları gene Sirkeci’den kalkar aldığı paşa ve onların misafirlerini yalılarına veya yanaşan kayıklarına bırakarak Kanlıca’ya gelirdi. Geceyi burada geçirip  sabah tekrar aynı görevine başlardı. Vükela vapurlarına genellikle yüksek rütbeliler önce biner  daha düşük rütbeliler   binmek için acele etmezdi. Gemilerde her türlü ikram ücret karşılığında verilmekteydi.

                                     İstanbul’da  yangın
İstanbul’da yangın çıktığı zaman bu ilk olarak Beyazıt ve Galata Kulesindeki gözcüler tarafından görülürdü. Yangın olduğu zaman bu kulelerin iki yanına gündüzleri sepet geceleri fener asılırdı. Bunlar  yangın Beyoğlu tarafındaysa  tek, İstanbul bölgesindeyse çift  olurdu. Yangın işaretini gören  topçuların görevi yedi pare top atmaktı. Bekçilerde demir uçlu sopalarını yere vura vura bu yangını mahalleliye duyururdu. Güvenlik tetbiri için yangın yerine gelen polisler ve paşalar  saraya   sık sık haber göndererek  durumu bildirirlerdi. Yangın söndürmekle görevli kişiler   tulumbacılardı. Bunlar  takım denilen ikisi önde ikisi arkada olmak üzere dört kişiden oluşurdu. Yangın söndürme pompasını tulumbacılar  taşırdı. Bunların peşinden gelen değiştirici  takımı öndekiler yorulunca  onlarla  yer değiştirip pompayı taşımaya yardım ederlerdi. Tulumbacıları kontrol eden kişiye baş reis yardımcısına ise  ikinci reis denilirdi.

                                          Eski   bayramlar
Cumhuriyetin ilanından önce dini bayramlar haricinde  padişahın  doğum ve cülüs  (Tahta geçme  ) günü hicri takvime göre  milli bayramdı. Ayrıca hicri yılın ilk günü olan  muharrem ayının birinci günü de  tatildi.  Monarşi ile idare edilen  Avrupa  devletlerinde de  hükümdarın doğum ve cülüs günleri aynı Osmanlı Devletinde olduğu gibi bayram  olarak kutlanırdı.

                                                 İlk  balo
Osmanlı  Devletinde ilk balo 1829 yılında Sultan II.Mahmut zamanında İstanbul’da verilmişti.Balo İngiltere Elçiliği tarafından Haliç’te bulunan büyük bir gemide tertip edilir. Daha önceleri de İstanbul’da çeşitli balolar düzenlenmiş fakat Türkler bunlara katılmamıştı. İngiliz elçisi  düzenlediği toplantıya bütün devlet erkanını davet etti.Baloya katılan davetliler  özel kayıklarıyla  gemiye gelmiş,sabaha kadar devam eden bu baloda keyifle eğlenmişlerdi. Baloya Osmanlı ailesinin katılması  halk ve hocalar arasında  ciddi ve tehlikeli dedikodulara neden olur.Kısa bir müddet sonra Fransız elçiliği de büyük bir balo düzenler. Fakat ilkinin halk arasındaki dedikoduları devam ettiğinden ikinci baloya saray erkanından sadece bir iki kişi katılmıştı.

                                  Sümbül   Efendi   Dergahı
Osmanlı  hanedanlığındaki gelenek gereğince tahta çıkan her padişah atalarının türbelerini görmek  için Bursa’ya giderdi. İkinci Beyazıt’ın ölümünden sonra tahta geçen Yavuz Sultan Selim bu geleneğe uyup Bursa’ya gider.   Şehzade Cem’inde türbesini ziyaret ederken  veziri olan Koca Mustafa Paşanın  Şehzade  Cem’in öldürülmesinde   rolü  olduğunu öğrenir.Onu hemen  idam ettirip  vezirin İstanbul’da  yaptırdığı cami, medrese ve dergahın da yıkılmasını ister. Yıkımı izlemek için oraya giden  padişah   Sümbül Efendi ile karşılaşır. Her zaman saygı duyduğu  Sümbül Efendi  ‘ Padişahların  söyledikleri emirdir. Mutlaka yerine getirilir.Sizden ricam  dergahı değil de  üzerindeki bacaları yıkalım  ’deyince padişah  bu öneriyi anlayışla  karşılayınca    dergahın yıkılması önlenir.   

                                         Türk  ne  demek ?
Türk’ün kelime anlamı kuvvetli demektir. Kelimenin eski  söylenişi Türük şeklindeydi. Yaklaşık  VI. yy’dan itibaren ise Türk şeklinde söylenmeye  başlanmıştır. İlk zamanlarda Türkçe konuşan kavimlerden yalnız birinin adı iken sonraları aynı dil olan Türkçe konuşan bütün kavimlerin ortak ismi olmuştur. Kelime ilk olarak bir Çin yazıtında İÖ 1328 yılında geçer.

                                       İstanbul’da  ilk  köprü
İstanbul’da İlk köprü 23 Nisan 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Bu  İstanbul’un fethi sırasında Haliç üzerinde kurdurduğu bir köprüdür. Beş kişinin yan yana geçebileceği genişlikte ve binden fazla duba üzerine kurulan bu köprü Bizans’ın sonunun yaklaştığının  işaretiydi. İlk Unkapanı köprüsü ise Unkapanı ile Azapkapı  arasında kuruldu.  Sultan II. Mahmut tarafından yaptırılan bu köprüye halk arasında Hayratiye adı verilmişti. 1836 yılında tamamlandıktan sonra  açılış töreninde  padişah köprünün üzerinden atıyla geçmişti. Bu köprüye Hayratiye denilmesinin sebebi gelip geçenden para alınmadığındandır.

                                              Darbımeseller
Eski  devirlerde Atasözleriyle deyimlerin karışımından oluşmuş olan vecizelere Darbımeseller denirdi. Ord. Prof. Dr. Süheyl  Ünver  bunların en güzellerini  derleyip  yayınlamıştır. Çoğu unutulan darbımesellerin  bazıları.
- Meyvesin den hoşlandığın   ağacın  çiçeğini koparma.
- Hiç kimseye  yaptığın    kötü deme.
- Birine zevk olan diğerine rahatsızlık olabilir. Birine sefa olan diğerine cefa olabilir.
- Yükselen başkalarının da yükselmesini ister. Geri kalan başkalarının  yükselmesini istemez.
- Çöküntü içten gelince dıştan çare umulmaz.
- Çok yiyen uyumaz.
- Çoban çobanlığını bilsin çiftçi olmaya kalkışmasın.
- Beğendiğin kadınla evlen ki  kalbinin dilediği çocuğa sahip olasın.
- Beddua’ya beddua ile karşılık verirsen  yeni beddualara yol açarsın.
- Kalpten gelen söz değil dilden gelen söz  nefret  yaratır.
- Kalbinden geçeni kim bilebilir?
-Dostlarına  söylediğiniz sırrı, onlar keşke anlayışla yaysalar.

                                         Tarihte  ilk  devletler
Tarihte bilinen ilk devletler Mezopotamya ve Mısır’da kuruldu. İÖ 4000 yılında oluştuğu bilinen bu devletler birer site görünümündeydi. Yaklaşık 1000 yıl bu şekilde yapılanan bu yerleşimler İÖ 3000 yıllarında  devlet hüviyetine bürünmeye başladılar.
                                                Kleopatra
Mısır Kraliçesi Kleopatra  İÖ 69 – 30  yılları arasında yaşadı.Sebebi anlaşılamasa da   kendisini bir kobra yılanına sokturarak   yaşamına son verdiği biliniyor. Her ikisi de  Roma İmparatoru olan  Sezar ve Antonius’un karısı oldu. Mısır o devirlerde Roma’ya bağlı bir krallıktı. 9 dil bilen Kleopatra çok zeki bir kadındı. Babasının ölümünden sonra 18 yaşında tahta çıktı.Halkı tarafından pek sevilmeyen kraliçe kimi tarafından erkek delisi bir kadın, bazılarına göre ise kötü ruh taşıyan bir insandı. Romalı ünlü tarihçi Plutarkhos  Kleopatra’yı tanımlarken ‘ Sesi, istediği her türlü titreşimi  çıkarıp, istediği her dili kullanabildiği çok telli bir müzik aleti gibiydi"der.

                                              Ebced  Hesabı
Arap harfleri kullanıldığı dönemlerde edebiyatımızda ebced hesabı denilen bir uygulama vardı. Latin harflerin kullanılmasından sonra bu sistem tamamen terk edildi. Ebced  harflerin sayı değerlerinden faydalanılarak tarih bulma sanatıdır.  Buna göre harfler 1000’e kadar ayrı ayrı değerler taşımaktaydı. Çok önemli olaylar bu ebced hesabı ile yazılırdı. Örneğin bir padişahın tahta çıkması, şehzadelerin  veya sultanların doğumları, evlenme,  sünnet düğünleri, önemli yangınlar, cami, köşk veya medreselerin yapım tarihleri ile önemli salgın hastalıkların zamanları   ecdet hesabına dikkat edilerek  manzumelerin son satırında ortaya çıkartılabilirdi.  

                                           Haç’ı  alan  köpek
Kesin olarak bilinemeyen bir yılda, Arnavutköy’ün eski iskelesi yakınlarında Ortodoks Hristiyan’larının  denize haç atma töreni yapılırken  Mocovorich isimli bir kaptan  gemisi ile iskeleye yanaşmaktaydı. Etraf kalabalıktı. Kayıklar içerisinde bu töreni izlemeye gelen Ortodokslar, ortadaki kayıkta bulunan papazın hareketlerini takip ediyorlardı. Papaz haç’ı suya atar atmaz bunu  almak için   etraftaki kayıklardan gençlerin hızla denize daldıklarını   gören kaptanın köpeği de denize atlar. Haç’ı herkes den önce alarak karaya çıkar. Peşinden öfkeli bir  Rum topluluğunu sürükleyen köpek, uzun bir süre koştuktan sonra halkın gürültüsünden ürkerek haç’ı yere  bırakıp  ortadan kaybolur.
                                            Arabalı  Vapur
İstanbul’da ilk arabalı vapur 1868 yılında Kabataş ile Üsküdar arasında çalışmaya  başladı. Bu tarihe kadar sadece mavnalarla taşınan  araba ve yük nakliyatı kısa bir süre sonra tamamen  arabalı vapur ile yapılmaya başlandı. 26 numara ile isimlendirilen bu geminin ilk seferinde orduya ait top arabalarını taşıdığı bilinmektedir. Araba vapurunun sefere başlamasına mavnacılar karşı koydular.  Sık sık arabalı vapur’un yoluna çıkarak çalışma düzenini bozmaya, taş  atarak ta kaptanları yıldırmaya çalıştılar.

                                                Sığla  Sancağı
Merkezi  İzmir olan bölgeye Osmanlı Devrinde Sığla Sancağı denilirdi. Tanzimat’tan sonra oluşturulan Aydın Vilayeti ise Ege bölgesini içine alıp, Akdeniz’e kadar uzanan bir idari bölgeydi. Bunun merkezi İzmir’di. Dolayısıyla bu dönemlerde  Aydın şehir ismi olmayıp, bu bölgenin ismiydi. Bu günkü Aydın şehrine  Güzelhisar  denilirdi.

                                           İlk  Olimpiyatlar
İlk olimpiyat oyunları  İÖ 776  yılında Antik Yunan’da tanrı Zeus adına yapılan şenlikler olarak başlamıştı. Yunanistan’ın Olimpia bölgesinde , Isparta Kralı Likorgos'un da önerisiyle yapılan şenlikler, tarihteki ilk olimpiyat oyunlarını olarak kabul edilir. Önceleri 32 metre genişliğinde, 192 metre uzunluğunda bir pistte sadece 1 gün süren koşulardan oluşan oyunlara sonraları değişik mesafelerde yarışlar, disk ve cirit atma, uzun atlama, boks, güreş, atlı araba yarışları gibi branşlar eklenerek şenliklerin süresi de beş güne çıkarıldı. İlk başlarda ölülerin ruhlarının sekiz yılda bir dirileceği inancıyla sekiz  yılda bir düzenlenen oyunlar, daha sonra dört yılda bir yapılmaya başlandı. Sadece Yunanlı erkeklerin katılabildikleri yarışlar, çıplak olarak yapılır ve kadınlar tarafından seyredilemezdi.  Oyunlara katılan yarışmacılar, 10 ay önceden çalışmalara başlar, şenliklerden 1 ay önce de yarışların yapılacağı yere gelerek rakipleriyle birlikte sıkı bir çalışma içine girerlerdi. Oyunlarda yarışmacılara ödül olarak zeytin dalından yapılmış çelenkler takılırdı. M.Ö 146'da Yunanistan'ın Romalılar tarafından işgal edilmesi üzerine oyunlar Atina'ya alındı. İ.S 392 yılında Bizans İmparatoru  II. Theodosius, Olimpiyat Oyunları'nın yapıldığı stadyum ve tapınakları yıkarak olimpiyat geleneğine son verdi. 1168 yıl aralıklarla devam eden bu oyunlar. Bu yıldan sonra uzun bir süre yapılmadı.  522 ve 551 yıllarında yaşanan  deprem ve sel felaketi de bu tesislerde büyük hasar meydana getirerek Eski Olimpiyat Oyunları'nın izlerini büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Modern Olimpiyatların kurucusu Baron Pierre de Coubertın'dir. İlk Modern Olimpiyatlar ise 1896 yılında Atina'da düzenlendi ve ardından her 4 yılda bir yapılmaya başladı.

                              Eski  devirlerde  ticaret  yolları
Tuz yolu :  Dünyada bilinen ilk yollar tuz kaynakları ile yerleşim merkezleri arasında yapılmıştır. Ünlü tarihçi Heredot  böyle bir tuz yoluna  Libya çölünde bile rastlandığından bahseder.
Kehribar  yolu : İÖ.2000 yıllarında Baltık Denizi kıyısında bulunan bol miktarda kehribar ticari amaçla başka ülkelere sevk edilmekteydi. Tuna nehrine ve Ege denizine kadar uzanan dağılım sahasında  Kehribar yolu denilen yol örgüsünü oluşturulmuştu.
Kral yolu : Sart’tan başlayıp  Ankara üzerinden devam eden ve Sus şehrinde biten yoldur. Üzerinde konaklama yerleri ile ticaretin emniyetini sağlayan karakollar bulunmaktaydı.
İpek yolu : Şöhreti günümüze kadar gelen bu ticari yol, Çin’den  Avrupa’ya kadar uzanır.Çin’den alınan ipek , baharat ve porselen’in  batıya ulaştırılması amacıyla kullanılmıştır.
Roma yolu : Planlı bir şekilde yol yapımına önem veren ilk devlet Roma İmparatorluğudur. Doğuda İran’a ,batıda İskoçya’ya, kuzeyde Gal bölgesine güneyde ise Nil kıyılarına kadar uzanan yollar inşa etmişlerdi.. Romalılarda da  yollar önce Tuz bölgelerine yapılmıştı. Bunların  yapımında esirlerle birlikte askerlerinde çalıştırıldığı bilinmektedir..İtalya bölgesinde yapılan yollar dört katlı, çift istikametli ve iki metreye yakın genişlikteydi.











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder